Farrokhzad’tan Khanin’e, dünyanın yeni yörüngeleri
10 mins read

Farrokhzad’tan Khanin’e, dünyanın yeni yörüngeleri

Dünya bir ailenin içine sığabilir mi? Ya da soruyu şöyle sorabiliriz: Bir aile, dünyayı temsil edebilir mi? İranlı-İsveçli şair Athena Farrokhzad, ‘Beyaz Musibet’ adlı kitabıyla her ikisinin de mümkün olduğunu gösteriyor bize. Yıkımın ve ihanetin binlerce yıllık mirasını sırtlanan diasporik bir ailede, anne, baba, kardeş, nine ve amca karşılıklı konuşuyorlarsa, o konuşmanın dili, elbette evrensel dildir. Değilse de, eninde sonunda evrensel dile evrilir. Yitik Ülke Yayınları, geçtiğimiz günlerde Efe Duyan’ın çevirisiyle, Athena Farrokhzad’ın ‘Beyaz Musibet’iyle tanıştırdı bizi; bununla kalmadı, yine Efe Duyan’ın çevirisiyle, önemli bir şairi daha tanıdık: Rusça yazan Leton şair Semyon Khanin. Khanin’in kitabının adıysa, insanın evrensel yalnızlığına can acıtıcı şekilde vurgu yapıyor: ‘Kimsem Yok İhanet Edecek’.

YARANLA NE KADAR OYNARSAN O KADAR GEÇ GEÇER İLTİHABI

‘Beyaz Musibet’, Marksist geleneğe sahip bir ailenin, dünyanın bir ucundan diğerine, İran’dan İsveç’e göç etmesinin ardından kendilerini bir hesaplaşmanın içinde bulmalarıyla başlıyor. Terk etmek zorunda kaldıkları ülkelerini, uyum sağlamaya çalıştıkları yeni ülkelerini, kendilerini; derken dünyanın evrensel makus tarihini sorguluyorlar. Farrokhzad, dikkat çekici bir yöntem uyguluyor şiirleri kaleme alırken; kendini dışarda tutuyor ve aile fertlerinin sözlerine yer veriyor sadece. Şair özne, sadece aktarıcı. Kendisi herhangi bir fikir ileri sürmediği gibi, yorum da yapmıyor. Doğrudan aktarıyor: “Babam dedi ki: Sabaha karşı daha afyonları patlamadan/ idam ettiler bazılarını/ Annem dedi ki: Kızlarını gömebilmek için/ harcanan kurşunların/ parasını ödedi bazıları”. Derken, öznel tanıklıklardan genele, insanlık trajedisine doğru evriliyor aile içi konuşma: “Amcam dedi ki: Savaşların kanlı elini yıkamadığı bir su birikintisi/ kaldı mı bu dünyada?”

Beyaz Musibet, Athena Farrokhzad, Çevirmen: Efe Duyan, 70 syf., Yitik Ülke Yayınları, 2023.

Annenin sitemi ya da tespiti epey önemli bu aşamada: “Neden Tanrı’ya yalvarıyorlar ki çatılardan/ Unuttular herhalde kırbacı Tanrı’nın tuttuğunu/ Anneleri işkence görürken”. Öyleyse “Ne yapmalıyız, nasıl mücadele etmeliyiz bu karanlıkla?” sorusu, belki de dünyanın en zor sorusu. Elbette tarih boyunca bu soruya verilen cevaplar oldu ancak hiçbir cevabın tam olarak doğru çıktığını söyleyemeyiz. Bu noktada, amca, ne yapılması değil de ne yapılmaması gerektiğini söylüyor: “Amcam dedi ki: Bizi zindanlara düşüren araçlarla/ özgürlük mücadelesi vermeye kalkarsak vay halimize”.

Peki, ülkenden uzaklaşmak, kendine yeni bir aidiyet oluşturmak kolay mı? Bu noktada baba giriyor devreye ve “Olay yerinden ne kadar uzaklaşırsan/ o kadar bağlanırsın” diyor. Anne ise, başka bir açıdan bakıyor olaya: “Yaranla ne kadar oynarsan/ o kadar geç geçer iltihabı”. Bu konuyu netliğe kavuşturan, nine ile annenin karşılıklı konuşmaları oluyor: “Ninem dedi ki: Aidiyet bir aynadır/ Kırılırsa da tamir edilebilir// Annem dedi ki: Ama yansımada/ çizik çizik eksik parçalar kalır”.

Bizler, yani, aynanın kırılırsa da tamir edilebileceği sanısına kapılan ama tamir edildiği taktirde, yansımada çizik çizik eksik parçalar kalacağı gerçeğini görmek istemeyen bir ülkede yaşayanlar olarak, daha büyük bir dikkatle okumalıyız ‘Beyaz Musibet’i. Çünkü bu şiirler, yer yer ironik, yer yer sarsıcı dizelerle, sert duyguları yumuşak bir dille, hepsinden önemlisi açık sözlülükle yüzümüze vurması açısından önemli. ‘Beyaz Musibet’, günümüzün politik şiirinin nasıl yazılacağı konusunda da bir seçenek sunuyor bize. Bağırmadan, slogan atmadan, inandığın doğruyu hiç kimseye dayatmadan, can alıcı soruları sakince sorabildiğinde, yazdığın şiir başkalarına temas ediyor, çoğalıyor ve politik duruş dediğimiz, tam da bu noktadan filizleniyor. Diyor ki Farrokhzad, “Ağabeyim dedi ki: En yüksek bedeli ödersin/ kimsenin bir bedel ödemeyeceğini düşünürsen”. Derken, kardeşi ekliyor: “Suçu mahkûm edebileceğin tek dil/ suçlunun dilidir./ ve suçlunun dili/ suçu haklı çıkarmak için icat edilmiştir”.

MERHABA MATKAP, İŞTE SANA YEPYENİ BİR YÜZEY

Post-Sovyet şiirin önemli temsilcilerinden Semyon Khanin’in şiirlerinin en dikkat çekici yönü, alegorik dili ve yansıttığı güler yüzlü trajedi. Aslında baştan aşağı, günümüz insanının içinde bulunduğu kaosu anlatıyor ancak kaotik değil, ironik bir dille; hem insanlıkla hem de kendinle dalga geçmeyi biliyor. Trajedi, geleneksel olanın ultra modern olanla çarpışmasından, sanal alemin hızıyla, genlerinin büyük kısmının hâlâ avcı toplayıcı atalarıyla aynı olan Homo sapiens’in doğasının yarattığı çelişkiden kaynaklanıyor. Dışı neonların ışıltısıyla kaplı, içi ilkel olanları, yani bizleri anlatıyor. Kendini kendine prangalamış insanı!

“hipnoz seansını salıya çekelim, diyorum/ öğle yemeğine kadar hiçbir şey olmaz salıları/ tamam mıyız? herkes müsait mi” dizeleriyle başlıyor kitabın ilk şiiri. Ve şiirin son dizeleri şöyle: “bir dahaki sefere giyecek kalın bir şeyler getirin/ bir de kement, yanınızda kemirecek bir şeyiniz olur”. Günümüz insanının en kestirme yoldan tarifi bu. Öğleye kadar hipnoz seansına katılan, öğleden sonra, muhtemelen yoğun iş temposuna girecek olan, hipnoz esnasında da yanında getirdiği kemendi kemiren…

Kimsem Yok İhanet Edecek, Semyon Khanin, Çevirmen: Efe Duyan, 64 syf., Yitik Ülke Yayınları, 2023.

Kitabın ikinci şiiri de, acıtıcı bir gerçeği muzipçe dile getiren dizelerle başlıyor: “hâlâ birkaç barbarın yaşadığı adada/ folklor temalı okul gezisindeyiz”. O birkaç barbarın gündelik, sıradan hayatı, aynı çağda yaşayan “modern”ler için sadece folklordan ibaret. Aynı ironik bakış, tüm kitap boyunca sürüyor. Bir başka şiirde de, “profesörün tuhaflıkları vardı/ bize öğrettiği felsefeye göre/ geçmiş, şimdi ve gelecek/ çiğ, ısıtılmış ve pişmiş olarak gruplanır”. Profesörün zaman konusundaki bu tuhaf yaklaşımının ötesinde; ilerleyen dizelerde başka bir tuhaflıkla daha karşılaşıyoruz. Algımız, ister istemez, geçmiş, şimdi ve gelecek sıralamasını, çiğ, ısıtılmış ve pişmiş kavramlarıyla üst üste oturtuyor. Yani geçmiş çiğ, şimdi ısıtılmış, gelecek ise pişmiş olmalı bu durumda. Zaten mantıksal düzleme de uygun bu akış. Zamanla harlanan ateş çiğ olanı ısıtır, ardından pişirir. Oysa böyle demiyor profesör: “gelecek çiğdir, şimdiki zamanda/ kavrularak biraz ısıtılır ve kısık ateşte iyice pişirilir” diyor. Zamanın akışı tersine çevriliyor. Gelecekte çiğ olan, şimdiki zamanda ısınıyor, geçmişe doğru ısı daha da arttığı için, iyice pişiyor. Tahmin edebileceğimiz gibi, bu profesör çoktan göçüp gitmiş aramızdan. Mikrodalga çağını, teflon çağını, indüksiyon ocaklarını, çiğ besin diyetlerini göremeden göçüp gitmiş. Onun şanssızlığı mıdır bu, yoksa talihi mi, bilinmez.

Kitabın ilk şiiri, ikinci şiiri gibi tanımlamalar kullandım ancak, bu konuda bir parantez açmak gerektiğini sanıyorum. Kitaptaki şiirlerin diziliminde farklı bir yöntem izlemiş Khanin. “İçindekiler” bölümünde kırk yedi şiir adı var. Oysa şiirlerin hiçbirinin başlığı yok. Her şiirin ilk dizesi, “İçindekiler” bölümüne şiir adı olarak yazılmış. O zaman şunu sorabiliriz: Kitapta kırk yedi şiir mi var yoksa kesintisiz tek bir şiir mi? İlk bakışta kolay gibi görülen bu soru, bizi daha büyük bir sorunun kucağına bırakıyor. Acaba kesintisiz bir hayat mı yaşıyoruz her birimiz yoksa sürekli kesilen ve kesildiği yerden tekrar başlayan kopuk parçaları art arda getirip adına hayat mı diyoruz? Ardından, daha can alıcı bir soru daha geliyor akla: Bir şey sürekli kesiliyorsa, bir süre sonra zihin onu kesintisiz olarak algılamaya başlamaz mı?

Hava ile suyu ayıramadığımız, yürüyen merdivenin göklere ulaşmaya çalıştığı, sertifikalarımızın, referanslarımızın yanı sıra ceplerimizden kabloların da sarktığı, yapay kalbimizi çağdaş sanat müzelerine bağışladığımız bir dünyada, bizler, yani jelatinimsi göksel yaratıklar, hiç mi insani bir şey yapmıyoruz peki? Mesela, sarılıp yatmıyor muyuz aynı yatakta? Tabii ki yatıyoruz: “hatırlıyor musun, uyuyakalmıştık/ yatakta bir iğneyle/ sabah erken kalktık, yara bere içinde/ şarkılar söyledik çaydanlıkla”.

Öyleyse, her sabah sevinçle karşılayıp gün doğumunu, şarkılar söylerken çaydanlıkla, şöyle seslenebiliriz: “merhaba matkap, işte sana yepyeni bir yüzey”.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir